Neoliberalleşme ile birlikte sağlık alınıp satılan ticari bir metaya dönüştü. ‘‘Sağlıkta Dönüşüm Politikaları’’ adıyla da sağlığa ulaşım ciddi maliyetlere ulaştı. Topluma hizmetten bireysel hizmete geçilen bu dönüşüm sürecinde Sağlık Ocakları’ndan, Ana Çocuk Sağlığı Merkezleri’nden, kırsalda çok önemli olan ev ziyaretlerinden vazgeçildi. Aile Planlaması Klinikleri kapatıldı, yasal olan kürtaj örtülü olarak yasaklı hale getirildi. Ana Çocuk Sağlığı Merkezleri’ne ilişkin yönetmelik ise 2015 yılında yürürlükten kaldırıldı. Birinci basamak sağlık hizmetleri ve sosyal devlet anlayışı böyle böyle gözümüzün önünden uzaklaştırıldı.
Birkaç haftadır her şartı zorlayarak devam ettirdiğim sağlık politikaları içindeki üreme haklarında nihayet günümüze gelebildim. Bugün açıklıkla ifade edilmese de devletin nüfus politikası, 1923 yılında, yeni kurulan Cumhuriyet’in pronatalist, yani nüfus artışını teşvik eden rotasına döndü. Muhafazakarlığın artışı ve patriarkal denetim mekanizmalarının merkeze oturmasıyla, 2014 ve 2018 yıllarının beşer yıllık kalkınma planlarında antinatalist programlar sessizce terk edildi. Genç, yani çalışan nüfusun azalması yanında, yaşlanan nüfusa uygun politikaların da düzenlemesi gerekliliği ortaya çıktı. Aile kurumunun güçlendirilmesi üzerinden çalışmalar yapılırken kadın ve onun bedeni en önemli tartışma alanı olarak gene merkezde tutuldu. Çünkü öğrendik ki devlet kadının doğuracak ya da doğurmayacak, doğuracaksa kaç tane ve nasıl doğuracağına karar veren en üst kurumdur. O sebepledir ki aile bağları korunmalı, boşanma oranları azaltılmalı, evlilikler teşvik edilmeli, iş yaşamıyla ilgili kadının uyumunu sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Evli olmayan kadınlar ise konunun tamamen dışındadır.
11. beş yıllık kalkınma planının süresi 2023 de bitti. Geniş aileleri destekleyen bu programda kadının çocuğuna bakabilmesi için aile büyükleriyle yaşaması özendirildi. Çok orijinal fikirdi gerçekten, şeytanın aklına gelmezdi. Çalışma hayatında kadını tutarak değil evin içinde geniş aile olarak nesil yetiştirmesini sağlamak asıl olandı. Kadının, çocuğun ve nihayetinde ailenin milli ve manevi değerlerini yükseltecek iletişim stratejileri geliştirildi.
Kadını ‘‘annelik makamı’’ ile ödüllendiren İslam dini bu kalkınma planlarında cenneti de annelerin ayaklarına getirerek, çocuğu olmayan kadınları cehennemlik ilan etmiş oldu. Bu söylemin ne kadar baskıcı, ayrıştırıcı bir söylem olduğunu mesleki tecrübemle söyleyebilirim. Yıllarca çocuk sahibi olabilmek için tedaviler gören, fiziksel, ruhsal ve ekonomik olarak her türlü hırpalanmayı yaşayan ve bu mücadeleden ‘‘annelik makamına!’’ ulaşamadan geri dönen kaç kadının göz yaşlarına çare olmaya çalıştığımı bilseniz, kimsenin başka bir cehenneme ihtiyacı olmadığını anlarsınız. Ya da biraz kendi habitatınız dışına çıkıp kadınları dinleseniz, bireysel kararıyla çocuk doğurmayan kaç makam dışı kadının çevresinden gördüğü baskılara ek sizden başka bir şey daha duymaya ihtiyacı olmadığını bilirsiniz.
Kadının ‘‘aile’’ ile çerçevelendirilmesi oldukça planlı bir söylemdir. İçinden ‘‘Kadın’’ kelimesi çıkartılan ‘‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’’ ya da ‘‘Aile Hekimliği’’ gibi kulağa hoş gelebilen bu söz oyunları ile aslında birey olarak kadın yok sayılır. Ancak bir aile ile tanımlanırsa kadın anlam kazanır. Nüfus artışını destekleyen en gündelik söylem ise yeni evlenen kadınlara salık verilen üç çocuk doğurması tavsiyesidir. Devlete hibe edilmek üzere istenen en az üç çocuğun hangi ekonomik şartlarda büyütüleceği, hangi sağlık hizmetlerine, nasıl ulaşacağı, hangi okullarda eğitim göreceği sonra o artan nüfusun nerelerde istihdam edileceği belirsizdir. Ama ‘‘sen doğur, devlet vermese Allah rızkını verir’’ anlayışı ile devlet sorumluluk duygusundan manevi duyguları istismar ederek kurtulur.
Düğmeye her bastığında çocuk doğur, fazla oldu şimdi korun diyen devlet, nüfus politikalarını siyasetçiler yoluyla yürütür. Bugün ‘‘Yıllarca doğum kontrol yöntemleriyle Türk Milletini küçültmeye çalıştılar’’ deyip karşı atağa geçmek devletin sistemine muhalif olmak demektir. Sakin ol. Doğur de doğuralım, dur de duralım!
İki haftadır özetlemeye çalıştığım ve 1983 yılında isteğe bağlı kürtaj hakkının kaç kadının hayatını kurtardığını bilimsel verilerle anlamayı kolaylaştırdığımı düşündüğüm yerden şimdi sizi ‘‘Her kürtaj Uludere’dir!’’ diyen bir anlayışa nasıl gelindiğini anlatmaya çalışacağım.
Kürtaj hakkı hala YASAL ama devlet kurumlarında YASAKLI. Yani 10. Gebelik haftasından küçük hamileliğini devam ettirmek istemeyen bir kadının kürtaj hizmetine ücretsiz ve sağlıklı koşullarda ulaşması hemen hemen imkânsız. Hamile bir kadın istemediği 10 haftadan küçük gebeliği için ya cebine büyük paralar koyacak ya da ucuza sağlıksız koşullarda bu işlemi yaptıracak; gene döndük mü 1950’nin sonlarına?
Kürtaj bir doğum kontrol yöntemi değildir. Bu herkesin malumu. Öyleyse önce istenmeyen gebeliklerin önlenmesi için gerekenlerin yapılması gerekmez mi? Bunun da en önemli yolu doğum kontrol yöntemlerine ulaşabilmektir. Ya da hiç kimse seks yapmaz (kadın ve erkek) ortada tartışacak konu kalmaz. Sosyal devlet olarak antinatalist dönemde doğum kontrol yöntemlerini halkına ücretsiz olarak ulaştıran ve bu yöntemlerin kullanımının eğitimini veren, sağlık personelleri yetiştiren devlet adeta toz bulutu içinde kaybolmuş, yerine günümüzün acayip uygulamaları başlamıştır. Mesela 2013 yılında doğum kontrol yöntemlerine ihtiyacı olmasına rağmen buna ulaşamayan grubun oranı %6 iken 2018 yılında bu oran iki katına çıkarak %12 olmuştur.
Başka bir çalışmadan öğreniyoruz ki devlet pandemi sonrası, aile hekimlerinin %70-80’ine halkın ücretsiz ulaşabilmesi için doğum kontrol hapı, iğnesi ya da rahim içi araç (RIA) göndermemiştir. Kaldı ki performans sistemiyle baskı altına alınan aile hekimlerinin de bu yöntemleri uygulamaya, anlatmaya hevesli ya da yeterli olmadıklarını da eklemek isterim. Para etmeyen bu hizmetler için malzeme yokluğu kadar yeterli fiziki koşul ve eğitimli personel olmadığı da bir başka not olarak burada kalsın. 20 yıl boyunca devletin nüfus planlaması konusundaki tüm emekleri böylece çöpe atılmıştır. Bu arada RIA uygulaması kamu hastanelerinde de ücretli. Yaşasın sağlıkta dönüşüm.
Toplumu bilgilendirme işinden devlet elini çekip de bu konu sosyal medya platformlarının inisiyatifine kalınca, para etmeyen toplum sağlığı konularının yerini mesela epey kazançlı kadın genital estetik bilgilendirmeleri aldı. İstenmeyen gebelikten nasıl korunacağını bilmeyen kadınlar kendi genital organlarının çirkin olduğuna kolayca ikna edildi, ediliyor.
Başka bir açıdan bakarsak doğum kontrol yöntemi hizmetlerine kırsalda yaşayan kadınların ulaşımı şehirde yaşayanlara göre çok daha zor. Ayrıca herhangi bir korunma yöntemine ulaşmada engelli bireyler, deprem gibi felaket bölgelerinde yaşayan kadınlar, LGBTİ+ bireyler, göçmen kadınlar, evli olmayan genç kadınlar farklı zorluklar yaşamaktalar. Yoksulluk ise başka bir dert. Gebelikten korunmanın sadece kadının sorumluluğu olmamasına rağmen zorluklarla mücadelede kadınların durumu öne çıkmakta.
Kadir Has Üniversitesi’nin Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi verilerine göre kamuda Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi olan 295 hastanenin sadece %3’ünde yani sadece 9 hastanesinde isteğe bağlı kürtaj hizmeti veriyor ve bunun için de kadına belli şartlar sunuyor; evli olmak, eşinin izni, keyfe göre 8 hafta sınırı vs. Ayrıca isteğe bağlı kürtaj yapmama oranı da bu araştırma sırasında 4 yıllık sürede %12’den %54’e yükselmiş yani dört katından fazlaya çıkmış. Kürtaj hizmetini sunmak konusunda kamuda çalışan doktorlar da kendilerini baskı altında hissediyorlar. Kadınlar kendilerini yargılanmış ve kötü bir şey yaptığına ikna edilmiş halde bulabiliyorlar. Kürtaj için randevular geç tarihe verilerek gebeliğin ilerlemesine neden olunuyor ya da kadın ikna edilerek istemediği bir gebeliği sürdürmek zorunda kalıyor. Kamudan bu hizmeti alamayan çok sayıdaki kadın özel sektörde ya büyük paralar vererek bu işlemi yaptırabiliyor ya da ucuza, sağlıksız koşullarda tıpkı 1983 öncesindeki gibi ‘‘merdiven altı’’ tabir edilen yerlerde kürtaj işlemine giriyorlar. Tekrar vurgulamak isterim ki kürtaj bir korunma yöntemi değildir. Ve sağlık personeli de vicdani, ahlaki sebeplerle, kadının sağlığını tehdit etmemek şartıyla, kişisel olarak bu işlemi yapmayı ret etme hakkına sahiptir. Bugün korunma yönetmeleri kendinden sakınılan kadınlar, 1983 yılında yasal olarak edindiği kürtaj hakkını fiilen kullanamıyor. Muhafazakâr iktidar tarafından her fırsatta yasaklanmaya çalışılan kürtaj hakkı kamu hastanelerinde neredeyse durma noktasındadır. Bu arada dünyanın her yerinde kürtaj hakkı kadınların elinden başta inançlar sebep gösterilerek engellenmeye çalışılıyor.
Kadınların haklarını bilmesi çok önemli. Doğum kontrol yöntemlerine evli ya da bekar, cinsel aktif kadınların ulaşabilir olması bir haktır. Kadınlar kendi bedenlerini tanıyarak istedikleri zaman gebe kalmak ya da kalmamak üzerine yaşam planlarını yapabiliyor olmalıdır. Standart korunma yöntemleri kadar acil korunma yöntemleri de ulaşılabilir olmalıdır. Gebe kaldıktan sonra ise 10. Gebelik haftasına kadar kadınlar, evli ya da bekar olsun kürtaj hakkına, yasal olarak, kendi rızaları ile sahiptir. Bu haktır ve kadını özgürleştirir. ‘‘Kendi bedenim, kendi kararım’’ söyleminin önemi her gün daha da artmaktadır.
Gelelim sokak hayvanlarının katledilmesi için mecliste AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen yasanın uygulanmasına. Sosyal medya kanallarının kapalı tutulmasına rağmen her gün iller, ilçeler bazında toplu köpek mezarlıkları haberleri geliyor. Ötenazi kelimesinin gerektirdiği prosedürlerle dahi uymadan topluca zehirleyerek bu hayvanları acı içerisinde, öldürerek katlediyorlar. Alçakça, vahşice bu ölümleri gerçekleştirenler kadar bu yasayı onaylayarak onlara bu cehennem yolundaki taşları döşeyenler de suçludur. Her zulmün ve zulmedenin bir sonu olacaktır. Niğde Belediyesi, Altındağ Belediyesi, AKP ve MHP milletvekilleri tarihte yerinizi aldınız.